Hayat, her zaman mücadeleler ile geçiyor. Doğduğumuz andan ölene kadar sürekli bir şeylerin mücadelesi. Ama hayatı hayat yapan da bu değil mi? Mücadele edilmeden elde edilen bir şeyin anlamı ne kadar olur sizce?
Aylar önce tv kanallarından birinde bir kişi ile yapılan bir röportaja kulak misafiri oldum. Kulak misafiri derken, genelde tv izlemeyi sevmediğim için tesadüfen denk geldim.
60’ına merdiven dayamış bir kişi ile yapılan ve beni çok geren bir konuşmaydı. Gerilmemin sebebi o zat-ı muhterem! O yaşına gelene kadar tek bir gün bile çalışmamıştı. Evet inanabiliyor musunuz tek bir gün bile çalışmamış ve üretmemişti.
İlk başta şaka programı zannettim ve dikkatli dinlediğimde; kişinin hiçte şaka yapmadığını, hatta bunu övünerek anlattığını büyük şaşkınlıkla izledim. Aynı benim gibi spiker de şaşkınlığını dile getiriyordu.
Bu kişi ailenin parası ve aldığı kiralarla bir parazit gibi hayat yaşamıştı. Ben dünyaya gelen her insanın yapacağı görevler olduğunu düşünürüm hep. Ama o kişinin neden dünyaya geldiğini anlayamadım ilk başta, onun bu dünyada ne gibi bir görevi olabilirdi?
Sonra düşündüm ki çalışan, üreten kişilere, emeği ile kazanmanın, asalak yaşamamanın ne kadar değerli ve onurlu bir şey olduğunu gösterebilmek için, gelmiş olabilir dedim kendi kendime…
Zaman zaman yaşadığımız hayat üzerimize yük bindirse de ben inanıyorum ki o yükü taşıyacak güç içimizde var ve hep olacak. Karanlık tünele girilse bile mutlaka o tünelin sonunda bir ışık belirecek. Biz o karanlık tünelde ilerledikçe o parlak ışık daha da belirginleşecek ve sonunda tünelden başımızı dışarı uzattığımızda, güneşin o sımsıcak, içimizi ısıtan parlak ışığıyla, gözlerimiz kamaşacak, ruhumuz ısınacak.
Bunu nereden mi biliyorum?
Tecrübeyle sabit. Tam dibe vurduğunuzu düşündüğünüz anda tıpkı bir topun yere hızla vurması gibi müthiş bir sıçrama sizi bekliyor olacak. Yeter ki sadece kendinize güvenin ve kendinizden umudunuzu hiç kaybetmeyin. Umudunuzu kaybettiğiniz de işte o zaman her şeyi kaybedersiniz. Ve o tünel kaçınılmazınız olur. Her dibe vuruşun muhteşem sıçrayışı olduğunu yineleyerek yazımı sonlandırmak istiyorum…
Efece Haber internet gazetesinde yazı yazmam için beni teşvik edip onure eden çok sevgili dostum M. Yahya Efe Bey’e saygılarımı sunuyorum. Böylesine güzel bir gazetede böylesine seçkin bir kadroya beni de dahil ettiği için, ne kadar teşekkür etsem azdır.
Bu makale benim yayınlanacak olan ilk makalem. Bu nedenle hatalarım olduysa affınıza sığınıyorum. Sizlerle haftada bir bu sayfalarda buluşmayı umut ediyorum. Her makalemin sonunda güzel bir hikaye paylaşmayı düşündüm; İçinizi ısıtıp hayatınıza renk ve anlam katabilir umuduyla.
Sevgiyle hoşçakalın…
Dr. Hülya ÜNAL
Aile ve Yaşam Koçu
***
Denizyıldızı
(Sizlere beni çok etkileyen hikayelerden birini yazacağım. Bu hikayeyi Sayın Cevdet Kılıç’ın hazırladığı Bilgelik Hikayeleri isimli kitaptan aldım.)
Yazı yazmak için okyanus sahillerine giden bir yazar, sabaha karşı kumsalda dans eder gibi hareketler yapan birini görür. Biraz yaklaşınca, bu kişinin sahile vuran denizyıldızlarını okyanusa atan genç bir adam olduğunu fark eder. Genç adama yaklaşır:
- Neden denizyıldızlarını okyanusa atıyorsun?
Genç adam cevap verir:
- Birazdan güneş yükselip, sular çekilecek. Onları suya atmazsam ölecekler.
Yazar sorar:
- Kilometrelerce sahil, binlerce denizyıldızı var. Ne fark eder ki?
Genç adam eğilir, yerden bir denizyıldızı daha alır okyanusa fırlatır.
Onun için çok şey fark etti ama… der.
Tek başımıza belki dünyayı değiştiremeyiz ama birilerinin dünyasını güzelleştirebiliriz. O kişi için fark yaratabiliriz. Tıpkı göle atılan taşların yaptığı halkalar gibi güzellikleri de çoğaltmak elimizde. Yeter ki isteyelim.
Ben göle bugün bir taş attım, sıra sizde...
|