Henüz 17 yaşında umutları olan pırıl pırıl gençler… Lise biter 17-18 yaşında gencecik çocuklar tıp fakültesinin kapısından girerler çok büyük umutlar, sevinç ve biraz da endişeyle…Yoğun sınavlar, stresler altında insan olduklarını bile unutarak 6 ya da hazırlık sınıfı varsa 7 yıl geçirirler girdikleri o kapıda.Hepsinin yüreğinde insan sevgisi, hedefleri ise insanlara yardımcı olmak, ailelerinin gururu olmak ve geleceklerini inşa etmektir. Okul biter mezun olurlar, denizden çıkmış balık misali bir duyguyla… Sonra iş hayatına atılırlar ve işte o zaman rüyadan uyanıp gerçeklerle yüz yüze gelirler… Ve keşke uyanmasaydım diye düşünürler ,keşke rüya devam etse…
Kura ile yolu izin olmayan bir sağlık ocağına atanan doktor bakar ki orada ne hemşire ne de ilaç- malzeme var. Kendisinden bu şartlar altında mucizeler yaratması istenir. Sanki sihirli değneği varmış gibi. İnsandır o da sonuçta… Yıllar yılları kovalar orada ve değişen hiçbir şey yoktur. Tayin bekler umutsuzca. Belki gideceğim yerde daha iyi şartlar olur diye… Ama nafile… Ya tayini çıkmaz ya da çıksa bile bu kez günde en az 150- 200 hasta bakması istendiği bir yere tayini çıkar. Orada kendisinden iyi hizmet etmesi istenir. Günde 150-200 hasta bakan bir doktor, hastasına ne kadar yardımcı olabilir bu düşünülmez. Sırada bekleyen hasta ise sanki suç doktordaymış gibi ona kızmaya, küfretmeye ya da şiddet uygulamaya çalışır. Hatta arada 5 dakikalık dinlenme molasında içtiği çay bile doktora çok görülür. Ama o da insandır sonuçta, bu unutulur.
Son yıllarda sağlıkta reform yapıldı denilerek aile hekimliği sistemine geçiş yapılmış ancak bunda da yine tüm yük doktorun üstüne bindirilmiştir. Bu kez de doktor sağlık ocağı yerine kendi merkezini kuracak, kendi hemşiresini, personelini çalıştıracak… Ve her doktor 3000-4000 kişiye bakmakla yükümlü olacak. Üstelik 24 saat. Bunun dışında bir de yanında çalıştırdığı hemşire ve personelin maaşı, kira, elektrik ve diğer tüm giderler doktora devletin verdiği maaştan ödenecek. Yani doktorların şartları düzeltildi derken tamamen işler sarpa sarmaya başlıyor. Şu an aile hekimlerini bir dinlesen bin ah işitilecek durumdalar. Uzman doktorlar için de şartlar çok iyi değil elbette…
Doktorların yıllar boyu hor görülüp, hastalarla karşı karşıya bırakılmaları ve kötü adam olarak gösterilmeleri ile ilgili olarak mücadeleler devam ediyor yıllardır. Bu nedenle sözü fazla uzatmanın bir anlamı olduğunu düşünmüyorum. Sanırım ben de artık umudumu yitirdim bu konuda. Ancak şunu söylemek istiyorum. Bizler bir doktor olarak yüreğimiz insan sevgisi ile dolu ve gecemizi gündüzümüze katarak onlara yardımcı olmaya çalışıyoruz. Kurtulan bir can bizim mutluluğumuz oluyor yiten her can da ise oturup ağlıyorum bunca yıla rağmen. Çünkü biz de insanız. Elbette bizim de içimiz de çürük elmalar olacaktır her meslekte olduğu gibi. Ama lütfen içinde insan sevgisi olan o çoğunluğun çabalarını göz ardı etmeyin. Onlara tedaviniz sonrası bir tebessüm ya da hayır duası yetecektir sonuçta. Ve lütfen onların da insan olduğunu unutmayın. Onlar da yorulur, stres yaşar, hastalanır ya da mutsuz olabilir. Sizlere yansıtmamaya çalışsalar bile zaman zaman yansıyabilir. Rahmetli anneannem ben hasta olduğumda’’Hiç doktor hasta olur mu derdi.’’ Evet hasta olur, yorulur, mutsuz olur. İnsandır sonuçta. Ben çoğu defalar yaşamışımdır; Diyalizde kendi odamda bir sıkıntım yüzünden ağlayıp sonra hastalarımın yanına giderken yüzüme sahte gülücük maskesi taktığımı. Elbette taktığım o sahte gülücük maskesi hastalarımın yanında, onlarla konuşurken gerçek gülümsemeye dönerdi. Taa ki odama geri dönüp tekrar içinde bulunduğum sıkıntılı ana ulaşana dek.
Tüm hekim arkadaşlarımın 14 Mart Tıp Bayramını kutluyorum. Umarım gelecek 14 martlarda her şey bugünden çok daha iyi olur…
‘’Tatlı sözler, tatlı yankılar yaratırlar…’’ K.Walton
DERVİŞ KAŞIKLARI
(Bu haftaki hikayemiz Dr. Yaşar Ateşoğlu’nun ‘’Hayatınızı Değiştirecek Bilgelik Öyküleri’’ isimli kitabından . Keyifle okuyacağınızı ümit ediyorum.)
Bir gün sormuşlar ermişlerden birine; ‘’Sevginin sadece sözünü edenlerle, onu yaşayanlar arasında ne fark vardır?’’ ‘’ Bakın göstereyim’’demiş ermiş. Önce sevgiyi dilden gönüle indirememiş olanları çağırarak onlara bir sofra hazırlamış. Hepsi oturmuşlar yerlerine. Derken tabaklar içinde sıcak çorbalar gelmiş ve arkasından da derviş kaşıkları denilen bir metre boyunda kaşıklar.
Ermiş;’’Bu kaşıkların ucundan tutup öyle yiyeceksiniz’’ diye bir de şart koymuş. ‘’Peki’’ demişler ve içmeye teşebbüs etmişler. Fakat o da ne? Kaşıklar uzun geldiğinden bir türlü döküp saçmadan götüremiyorlar ağızlarına. En sonunda bakmışlar beceremiyorlar, öylece aç kalkmışlar sofradan.
Bunun üzerine,’’Şimdi…’’ demiş ermiş. ‘’ Sevgiyi gerçekten bilenleri çağıralım yemeğe.’’ Yüzleri aydınlık, gözleri sevgi ile gülümseyen, ışıklı insanlar gelmiş oturmuş sofraya bu defa. ‘’Buyrun’’ deyince her biri uzun boylu kaşığını çorbaya daldırıp, sonra karşısındaki kardeşine uzatarak içmişler çorbalarını. Böylece her biri diğerini doyurmuş ve şükrederek kalkmışlar sofradan.
‘’İşte’’demiş ermiş, ‘’Kim ki hayat sofrasında yalnız kendini görür ve doymayı düşünürse o aç kalacaktır. Ve kim kardeşini düşünür de doyurursa o da kardeşi tarafından doyurulacaktır. Şüphesiz şunu da unutmayın. Hayat pazarında alan değil, veren kazançlıdır her zaman…’’
Hepinize sağlıklı, mutlu ve sevgi dolu bir hafta diliyorum. Sevgiyle hoşçakalın…
Dr. Hülya Ünal
Aile ve Yaşam Koçu
|