Bir dünya hayal ediyorum. Savaşların olmadığı, kardeşin kardeşi vurmadığı bir dünya. Nükleer santrallerin kurulma düşüncelerinin bile olmadığı hatta varlığının bile bilinmediği bir dünya.
Her yer yemyeşil, çiçeklerle bezenmiş. Kuş cıvıltıları, çocukların şen çığlıkları… Güneş pırıl pırıl, insanlar güler yüzlü, yardımsever. Yüzlerde neşe, kalplerde umut var. Herkes birbirine selam veriyor tanımasalar bile. Çok mu şey istiyorum sizce?
Aslında olması gereken de bu değil mi? Neyi paylaşamıyoruz. Dostça, kardeşçe yaşamak varken neden bu kin, nefret, şiddet. Çocuklarımız namlunun ucunda bir hayat yaşıyorlar. Ölürken bu dünyadan bir şey götüremiyorsak neden bu kadar mal mülk hırsı? Zaten doğanın hışmına uğruyor zaman zaman dünyamız. Depremler, tsunamiler, yanardağlar, seller … Bunlar yetmez mi?
Düşünün bir kere, sabah uyanıyorsunuz ve pencereden güneş ışığı içeri süzülüyor. Kuş cıvıltısını duyarak camı açıyorsunuz ve mis gibi temiz havayı ciğerlerinize dolduruyorsunuz. Güzel bir kahvaltı yapıp ,neşe içinde işe gidiyorsunuz. Ne güzel olurdu değil mi? Asık bir yüzle yataktan kalkıp, ayakları geri geri giderek adeta sürüklenir gibi işe gitmekle arada ne kadar çok fark var. Uçurum…
Ve yaşamamız için olmazsa olmazımız olan hava… Ne kadar kirlettik onu. Teknolojinin hayatımıza getirdiği kolaylıklar yanında kirlenmişlikle bitirdik tertemiz havamızı. Bu da yetmez gibi, kapalı ortamlarda sigara içtik. İşte tamam artık yasak geldi rahatladık derken, bir baktık yasaklar delinmek için var…
Kül tablası yerine küçük kaseler getirilerek işletme tarafından sigara içilmesine belirli saatlerde izin veriliyor. Denetimlerin yetersiz kalması (!)nedeniyle olmalı ki; kapalı ortamlarda hala bir baca gibi duman tütüyor.
Geçen hafta sonu arkadaşlara veda için ziyaret ettiğim bir şehirde, gittiğimiz bir mekan tamamen duman altıydı. Geç vakitte gittik ve gözlerim yandı, nefes alamadım. Ortamdan çıktık sonra. Bu nasıl dumansız hava sahası? Bir yasa varsa bu neden uygulanmıyor? Dumansız hava sahamı istiyorum… Bu benim hakkım, bu sizin hakkınız, bu hepimizin hakkı…
Şikayet edilerek bunlar önlenebilir deniliyor. Ama şikayete gerek kalmadan düzeltilmeli bence. Birçok kişi arkadaşları ile gittiği için, onları düşünerek göz yumuyor bu duruma.
Yaşadığımız çevreye bakıyorum ve utanıyorum. Araba sürerken sigara içiyorlar, paketi ve izmariti sokağa atılıyor. Bir şeyler yiyor sonra da atıkları hoppp pencereden dışarı. Neymiş efendim, arabada çöp olmamalıymış. Peki dışarısı bizim çevre değil mi? Benim hem çantamda hem de arabamda sonradan dışarıya atacağım kağıt vs birikir, çöp kutusu bulamadığım anlarda.
Sokakta yürürken bir bakarız öndeki kişi yere tükürür ya da daha önceden aynı yoldan geçen insanın !!! tükürüğüne basmamak için sürekli gözlerimiz yerde dolaşır hale geliriz. Ve tabii ki bir de kazılmış yolda çukura düşmemek için.
Böylece ne çevremizdeki kişileri görebiliriz ne de doğadaki güzellikleri yakalayabiliriz, çirkinliklerle uğraşmaktan…
Medeniyet ve insan olmak yaptıklarımızla ölçülür. Hayvanlar alemi bile yaşadığı çevreye duyarlı iken biz insanoğlunun bu duyarsızlığı düşündürücü!!! ‘’Aslan yattığı yerden belli olur’’demiş atalarımız. Ben de diyorum ki insanlar sadece yattığı yerden değil çevreye duyarlı olup olmadığı ile belli olur.
Atalarımızdan çocuklarımız için emanet aldığımız bu güzel dünyayı, çocuklarımız ve torunlarımıza ne yüzle vereceğiz? Lütfen duyarlı olalım, olalım ki daha uzun yüzyıllar yaşanacak bir dünya kalsın gelecek varislerimize…
‘’Dün tarihtir, yarın bilinmeyendir, bugün bir hediyedir.’’ E. Roosevelt
Duygu Adası
(Bu haftaki hikayemiz, Dr. Yaşar Ateşoğlu’nun ‘’Hayatınızı Değiştirecek Bilgelik Öyküleri’’ isimli kitabından. Keyifli okumalar…)
Bir zamanlar, bütün duygular bir adada yaşarmış. Mutluluk, Üzüntü, Sabır, Öfke, Korku, Kibir, Bilgelik, Sevgi… Her türlü duygu bu adada olduğu için bu adaya ‘’Duygu Adası’’ deniliyormuş.
Ada sakini duygular, günün birinde tespit edemedikleri bir yerden, adanın birkaç gün içinde batacağı yönünde ısrarlı anonslar duymuşlar. İlk anda bunun büyük bir şaka olduğunu düşünmüş bazıları ama anonslar devam ettikçe, durumun ciddi olduğunu düşünerek, birer ikişer ayrılmaya başlamışlar.
Hemen her duygunun kendine ait bir kayığı yahut gemisi ya da yatı olduğundan, adadan ayrılmak nispeten kolay olmuş onlar için. Ama Sevgi’nin küçücük bir sandalı bile yokmuş. O yüzden, kendisini alacak birini buluncaya kadar, mecburen adada kalmış.
Duyguların büyük kısmının adadan ayrıldığı günlerden birinde, ada, anonsta söylendiği gibi yavaş yavaş batmaya başlamış. Bunun üzerine Sevgi, yüksekçe bir kayaya çıkıp yardım istemeye başlamış ,adadan henüz ayrılan diğer duygulardan.
İlk önce Zenginliği görmüş, büyük ve güzel bir yatın içinde. El edip, yüksek sesle bağırmış:
-Zenginlik beni de alır mısın?
Yatın her tarafına yığdığı eşyaları gösteren Zenginlik:
-Hayır alamam. Demiş.
-Görüyorsun, altın, gümüş, zümrüt derken yat doldu. Senin için yer kalmadı.
Zenginlikten vefa görmeyen Sevgi, biraz daha geride, büyücek bir yelkenli görmüş. Dikkatlice baktığında anlamış ki bu yelkenli Kibir’in:
-Kibir, Kibir!... Benim sandalım bile yok, ada da batıyor, yardım et lütfen!
-‘’Sana yardım edemem.’’ Demiş Kibir.
-Biraz pejmürde gözüküyorsun; yelkenlimin fiyakasını bozacaksın.
Bu cevap karşısında çok üzülen Sevgi, bir kayığa binip kürek çeker vaziyette Üzüntü’yü fark etmiş o sırada. Üzüntü, kayaya çok yakın bir yerdeymiş. Sevgi bu kez ondan yardım istemeye karar vermiş:
-Üzüntü, seninle gelebilir miyim?
-Ah sevgili Sevgi’ciğim! Demiş Üzüntü.
-Yalnız gitmeye karar vermiş olduğum için o kadar üzgünüm ki!
Bu cevap üzerine üzüntüsü daha da artan Sevgi, yüzünü adanın öbür tarafına doğru çevirdiğinde, bir mavnanın üzerinde neşeyle zıplayan birini görmüş. Mutlulukmuş bu. Sevgi ona da seslenmiş ama Mutluluk o kadar mutluymuş ki, Sevgi’nin ona seslendiğinin farkına bile varmamış.
Çaresiz biçimde mutluluğa seslenmeye devam eden Sevgi, ansızın bir ses duymuş yakınında:
-‘’Buraya gel Sevgi! Seni ben götüreyim.’’
Sevgi çok sevinmiş ve koşar adım sahile koşup içinden yaşlıca bir adamın kendisine seslendiği kayığa atlamış. Kayıkla fazlaca bir yer gitmeden de adanın büsbütün sulara gömüldüğünü görmüşler.
Sevgi, bu kadar duygu çağırdığı halde onu almazken kendisini kayığına çağıran bu saçı başı ağarmış duyguya teşekkür etmiş defalarca. Ama Duygu Adası’nda o güne kadar hiç görmediği bu yaşlıya adını bile sormayı unuttuğunu ancak karaya varıp da vedalaşmalarından sonra fark etmiş.
Sonra da, günlerden bir gün geldikleri bu yeni kara parçasında Bilgeliğe rast gelince, ismini bile sormadığı bu kadirşinas yaşlıyı tarif edip ismini sormuş kendisine.
-‘’O tecrübeden başkası olamaz’’ diye cevap vermiş Bilgelik.
-‘’Tecrübe mi? Peki niye yalnız o bana yardım etti?’’
-‘’Çünkü’’ demiş Bilgelik,
-‘’Sevgi’nin gerçek değerini ancak Tecrübe kavrayabilir.’’
Evet… Ne güzel bir anlatım bu ; ’’Sevgi’nin gerçek değerini ancak tecrübe kavrayabilir.’’ Bizler de yıllar önümüzden akıp gidip, çeşitli zorluklarla mücadele edip, farklı beklentilerimize cevap vermeye çalıştıktan sonra, asıl bize lazım olan şeyin sevgi olduğunu kavramıyor muyuz? Hepinize sevgi ile dopdolu, sağlıklı, mutlu bir hafta diliyorum. Sevgiyle hoşçakalınnn…
Dr. Hülya ÜNAL
Aile ve Yaşam Koçu
hulyaunal@hotmail.com
|